Hz. Mevlana’nın Mesnevi’sinden “Hak Dostlarının Gönül Aynasının Aksetmesi”ne dair muhteşem bir hikaye…
Eğer gizli ve ilahi bir bilginin gönle nasıl aksettiğine dair bir örnek istersen, Rum ülkesi halkı ile Çinlilerin hikayesini söyle…
Çinliler “Biz daha mahir ressamlarız.” dediler. Rum ülkesi ressamları ise; “Bizim ustalığımız sizden daha üstündür.” davasına giriştiler.
Bunun üzerine padişah bir gün; “Davanızda hanginiz haklısınız? Bunu anlamak için sizi imtihan edeceğim.” dedi. Çin ressamları ile Rum ülkesi ressamları yarışmaya giriştiler. Fakat Rum ülkesi ressamları yarışmadan çekinir gibi oldular.
Çinliler “Bize özel bir oda veriniz. Biz o odada çalışalım. Bir oda da sizin olsun.” dediler. Kapıları birbirine karşı iki oda vardı. Odaların birini Çinliler aldı. Diğerine de Rum ülkesinin ressamları.
Çinliler padişahtan yüzlerce çeşit renkte boya istediler. O yüce padişah renklerin hazine kapılarını onlara açtı. Böylece Çinlilere her sabah hazineden çeşit çeşit renklerde boyalar bağışlanıyordu.
Rum ressamları ise; “Ne resim ne de boya bizim işimize yarar. Bize pasları gidermekten başka bir şey gerekmez.” dediler. Kapıyı kapattılar. Duvarı cilalamaya başladılar. Odanın kapıya karşı olan duvarını gökyüzü gibi saf temiz ve parlak bir hale getirdiler.
İki yüz çeşit renkten renksizliğe ancak bir yol vardır. Renk buluta benzer, renksizlik ise ay gibidir. Bulutlarda ne türlü parlaklık bir ışık görürsen onu yıldızlardan aydan ve güneşten bil.
Çinliler resimlerini yapıp bitirince sevinç ve neşelerinden davullar çaldılar. Padişah kapıdan içeri girdi. Çinlilerin yaptıkları resimleri gördü. Onların inceliğine güzelliğine şaşırdı kaldı, aklı başından gitti.
Sonra Rum ülkesi ressamlarının yanına geldi. Padişah gelince Rumlar iki oda arasındaki perdeyi kaldırdılar. Karşıki odada Çinlilerin yapmış oldukları resimler, nakışlar bu odanın cilalanmış duvarına vurdu. Padişah Çinliler tarafında ne görmüşse, burada onlar daha iyi, daha güzel göründü. Resimler öyle canlı öyle güzeldi ki, insanın gözünü alıyordu. Resimler sanki bakanların gözlerini göz yuvalarından çekip kapıyordu.
Can Dostum!
Hakk aşıkları olan Sufiler Rum ülkesinin ressamlarına benzerler. Onların kitapları ezberlenecek dersleri gösterecek hünerleri yoktur. Fakat, onlar gönüllerini ibadetle, iyiliklerle cilalamışlardır.
Hırstan, tamahtan, cimrilikten, kinden kurtulmuşlardır. Onların gönülleri, bir ayna gibi saf ve tertemizdir. Oraya hadsiz, hesapsız şekiller, suretler vurur. Orada görünür.
Gayp aleminin, hudutsuz olan, surete bürünmeyen sureti, Hz Musa’nın gönül aynasına vurmuş ve Hz Musa’nın koynuna sokup çıkardığı “el” de “Yedi Beyza” (beyaz el) halinde bembeyaz ve nur saçıcı olarak görünmüştü.
Gerçi o manevi suret, göklere, arşa, ferşe (yeryüzüne), denizlere, balığa ve bütün kainata sığmaz.
Çünkü bunların hududu vardır. Sayıya sığar şeylerdir. Fakat gönül aynasının haddi, hududu, nihayeti yoktur.
Acaba, gönül onunla mıdır? Yoksa gönül, o mudur? diye burada akıl ya susar, yahut sapıtır, yoldan çıkar.
Gönül, hem sayıya sığar, hem sayısızdır. Yani hem kesrete dalmıştır, hem de vahdeti bulmuştur. Ona akseden nakışdan başka hiçbir nakış ebedi olarak kalmaz.
Ezelden ebede kadar gönüle yeni yeni nakışlar, tecelliler akseder; her nakış orada perdesiz olarak görünür.
Gönüllerini Allah’ı anarak, iyi işler yaparak cilalamış, parlatmış olanlar renkten ve kokudan kurtulmuşlardır.
Onlar, her an, işlerinde bir hoşluk, güzellik hissederler…
Mesnevi I, 3470